31 Aralık 2017 Pazar

Aliya İzzet Begoviç

Aliya İzzet BEGOVİÇ
“Bizler insan olmaya ve insan kalmaya çalıştık ve başarılı olduk.”

Bosna Hersek’in Bilge Kralı Aliya İzzet Begoviç… Azim ve kararlılığın sembolü efsanevî lider... Çile ve mücadeleyle geçmiş hayatı boyunca, büyük trajedilere sebep olan olaylar karşısında bir insanın nasıl böyle soğukkanlı kalabildiğine hayret ediyorsunuz... 

Bir mütefekkir olarak, acıyı tatmış halkına yaşama sevinci aşılarken, cephede askerlerini yüreklendirirken, parti kongresinde arkadaşlarıyla sohbet ederken yaptığı konuşmalar; olaylara bakışı; gelişmeleri değerlendirme ve yorumlama tarzıyla daima ufuk açıcı...

Kıt imkânlarla mücadele etmeye çalışan halkına ve askerlerine moral verme gayreti, konuşmalarının özünü teşkil ediyor. Onun insanlara güven telkin eden bu yönünü oğlu Bağır Begoviç şu şekilde ifade ediyor: “Maddî ve manevî sıkıntılarımız oldu. En bunalımlı zamanlarda babamı ziyaret ettiğimde öyle şeyler söylerdi ki eve yüzüm gülerek ve büyük bir moralle dönerdim.”

Aliya’nın Demokratik Eylem Partisi’nin (SDA) 25 Mart 1994’teki kongresinde yaptığı konuşma, ruh dünyasının inceliklerini gözler önüne seriyor... Aliya, Yugoslavya dağıldıktan sonra ortaya çıkan korkunç karmaşayı, Sırp Çetniklerin ve Hırvat Ustaşaların giriştiği soykırımı anlattığı konuşmasında SDA’nın önemine değiniyor. SDA’nın Yugoslavya Müslümanlarının uyanışında oynadığı tarihî rolü anlatıyor. AB, BM gibi uluslararası kuruluşlar ile yaptığı temaslardan sonra vardığı sonuç; Batı’nın sözüne güvenilmeyeceği... 

Boşnak halkına reva görülen zulmün asla unutulmamasını istiyor Aliya İzzet. Sanırız bu konuşması, bu önemli isteğini ifade etmek için yeterli...

“Sevgili Kardeşlerim,
Bayanlar ve Baylar,
Sevgili Dostlar, Değerli Konuklar,


Başkanın sahneyi öncelikle konuklara terk etmesi gerektiğini düşünmüştüm. Ancak diğer konuşmacıları ve yapmaları muhtemel bazı eleştirileri dinlemek istememe rağmen, konuşmak üzere davet edilmem sebebiyle konuşacağım…

Bir şeyler söylemeden önce duvarlardaki resimlerimin oralara benim onayım olmaksızın asıldığını zikretmek istiyorum ve verilecek ilk arada, duvarlardan kaldırılmalarını rica ediyorum. Bu bir sahte tevazu sorunu değil. Basitçe söylemek gerekirse, bu bizim âdetimiz değil. Umarım benimle aynı fikirdesinizdir.

Evet, bugünlerde ya da daha kesin bir tarih vermek gerekirse, yarından sonraki gün; 40 entelektüelin, 40 yıllık tek parti sisteminden sonra hayata geçen ilk siyasî partiyi kurduklarını kamuoyuna açıklayışlarının dördüncü yıldönümü yaşanacak. Bu açıklama bu binada 27 Mart 1990’da yapıldı. Bunun üzerinden dört uzun yıl geçti… 

 Pek çok olay oldu ve yalnızca Bosna-Hersek’te değil, tüm dünya çapında yaşanan olaylarda bir yoğunluk duygusu hakim. Özellikle, Bosna-Hersek’te... Burada yaşananlar çok sarsıcıydı. Eski Yugoslavya’nın ortadan kalkışı ile birlikte, bir başka büyük olay gerçekleşti. Sovyetler Birliği dağıldı. Bu eski Yugoslavya’nın ortadan kalkışından daha sessiz oldu. Bunlar, başlıca iki etki, ya da aslını söylemek gerekirse yıkıcı bir gücün yarattığı iki politik depremdi. Bu olayların merkezinde ise bu ülke, yani Bosna-Hersek vardı.

….Halkımızla birlikte, çok zor, fazlasıyla zor bir döneme giriyoruz. Ancak sizin de gördüğünüz gibi tahammül ediyoruz. Bu, bizim neslimize kısmet oldu. Çünkü insanlar doğum yerlerini ve zamanlarını tayin edemezler. Bizler bu sorumluluğu taşımak üzere doğduk ve onu taşımaya devam edeceğiz. Kimi pes etti, kimi tahammül etti, kimi şerefiyle öldü ve kimi de sorumluluğu taşımaya devam etti. 

Bu sorumluluğu en sonuna kadar taşıyanlardan olmamızı umuyor ve arzuluyorum. Bu sıkıntılı ve dikenli yolun yarısından fazlasını ardımızda bıraktığımıza inanmak istiyorum. Tünelin sonunda, uzakta bir ışık görünüyor. Bunun böyle olduğu yolunda yaygın bir inanış var. Bu toplantıyı iki ya da üç ay önce gerçekleştirmiş olsaydık, inanıyorum ki benim ve sizlerin konuşmalarınızda daha karamsar bir hava hakim olacaktı. Şu anda en azından bir çıkış yolu görüyoruz. Sanki dağın zirvesine ulaşmayı başaracak gibiyiz. Olaylar yavaş yavaş bizim lehimize dönüyor. Ve şimdi bu durumu bir sona bağlamak için hem cesarete hem de ferasete ihtiyacımız var.

Geride bıraktıklarımızı ve imza koyduklarımızı incelediğimizde, bazı insanların oldukça eleştirel bir yaklaşıma sahip olduklarını, “Öyle ya da böyle bunu yapmalıydık” dediklerini görebiliriz. Son imzaladığımız belgelere başvuruyorlar ve iyi olmayan –benim de hiç iyi bulmadığım– bazı ibareler buluyorlar. İyi olmayan, benim de iyi bulmadığım çözümlere rastlıyorlar. 

Ancak bir bütün olarak sonucu takdir etmiyorlar. Şunu söylemeliyim ki bardağın boş tarafını görmek gibi bir temayülümüz var. Bardağın boş tarafını ben de görüyorum; ancak problem, onların yalnızca boş tarafa bakmaları ve bardağın tamamını görmemeleri.

Burada, bu konuyu çokça konuşmamız gerektiğini düşünüyorum. Son temaslarımızla ve anlaşmalarımızla bağlantılı somut bazı belgeler olacak. Bunun bir politik zafer olduğunu söylerken haklı olduğuma inanıyorum.

Elbette diplomasi, insanların dediği gibi, askerî durumun yansımasıdır. Bu bizim politik başarımızdır. Bunu unutmamalıyız. Bu askerî çabamızın bir sonucudur ve askerî durumun sonucu bunu mümkün kılmıştır. Ordumuzdan bahsetmişken, burada hazır bulunan üniformalı ve üniformasız çok sayıda askerimiz için sizden bir alkış isteyeceğim.
Olayların, gerçekten, iyinin ve kötünün zorlu bir mücadelesi olduğundan söz ettim. 

Bosna bana inanılmaz bir zıtlıklar arenası gibi görünüyor. Burada iyi ile kötü, en açık ve yoğunlaştırılmış biçimleriyle karşı karşıyalar. Bosna’nın ahlakî bir meseleye, belki de günümüz dünyasının can alıcı bir ahlakî ikilemine dönüşmesinin nedeni budur. Bu iki yıllık süre zarfında ve savaş devam ederken dünya yavaş yavaş Bosna’ya karşı olanlar ve Bosna’nın yanında olanlar diye taraflara ayrıldı. 

Kimse tarafsız değil böylesi bir durumda, kimse tarafsız da olamaz. Ya Bosna’nın yanındalar ya da karşısında. Hiç kimse bu tarafları ortadan kaldıramaz. Safların belirginleşmesi aşamasını ele aldığınızda göreceksiniz, dünyada iyi olan ne varsa, Allah’a şükürler olsun ki bizim yanımızda.

Bazı ülkelerin hükümetleri söz konusu olduğunda, zaman zaman onların aşağılık politikacılarının karşımızda yer aldığı dikkat çekiyor. Ancak o ülkelerin de aydınları, idealistleri, şairleri ve sanatçıları bizimle beraber. Tüm İslam âlemi ise başlangıçtan bu yana arkamızda ve bu başka bir hikâye.

Örneğin, Kış Olimpiyat Oyunlarının açılışını hatırlayın. Herkes Saraybosna şerefine ayağa kalktı ve Saraybosna’da yaşayanlar ve ölenler için bir dakikalık saygı duruşu yapıldı. Tahminlere göre iki buçuk milyon insan bu sahneyi izliyordu. Herkesin kalbi Saraybosna ileydi ve açılışa geç kalan Olimpiyat Oyunları Komitesi Başkanı Samaran, evlerinde bu görüntüleri izleyen pek çok insanın Saraybosna için nasıl ayağa kalktığını, daha sonraki Saraybosna seyahatinde bana anlattı.

Saraybosna’dan söz ederken, Bosna’nın bütünüyle iyinin ve kötünün mücadele alanı olduğunu söylemiştim. Dünya, Saraybosna’yı –her ne kadar ben bu kentin, direnişin sembolü olarak hatırlanmasını tercih etsem de– acının sembolü olarak hatırlayacak. Üzerimize, yedi yüz bin bombanın düştüğünü söylüyorlar. Bu, insan varlığının direnişine bir imtihan oldu. Bu imtihana katlanmamızı sağladığı için Allah’a şükürler olsun. Bu şunun kanıtı; önemli olan, bir insanın dövüşmek için ne denli kuvvetli olduğu değil, sizlerin mücadeleyi omuzlamak için ne kadar güçlü olduğunuzdur. 

Yabancılar savaştan önce Saraybosna’ya geldiklerinde, dikkatlerini gururla, burada yüzyıllarca hakim olmuş insanlık ve hoşgörünün taştan tanıklarını barındıran avluya çekerdim. Burası; Bey Camii, Katolik Katedrali, Eski Ortodoks Kilisesi ve Sinagogun bir arada bulunduğu, hiçbirinin diğerinin yoluna çıkmadığı ve kutsiyetine karışmadığı küçük bir alan. İnsanlar genelde, hoşgörünün Fransız Devrimi ile başlayan yakın bir dönemin ürünü olduğunu düşünüyorlar. 

Ancak hoşgörü Fransız Devrimi ile değil, çok daha önce başladı. Bu kutsal mabetlerin kimi, Fransız Devrimi’nden daha yaşlı. Gördüğünüz gibi burayı, elbette ki haklı bir gururla, yabancılara göstermek için elime geçen tüm fırsatları kullandım. Tenakuzlardan bahsetmişken, şu anda Saraybosna’da görebileceğiniz tenakuz nedir? Eski askerî hastane... Eski askerî hastaneyi 160 kez bombaladıklarını söylüyorlar.

Birkaç gün önce, Fransız Bakan Leotar –çalışma arkadaşlarından bir grupla birlikte– ziyaretime geldi ve ona şöyle dedim: “Hastaneyi görme fırsatını kaçırmayın, çünkü o eşsiz bir bina. Kasıtlı olarak 160 kez bombalanmış bir hastaneyi bundan önce hiçbir zaman görme şansı bulamadığınızı kabul ediniz lütfen. Bu, tarihte yalnızca bir kez ve yalnızca Saraybosna’da oldu. Onu görme fırsatını kaçırmayın.”

Saraybosna’da olanlar, bir yönü ile aklıselim ile çılgınlığın mücadelesidir. Şundan söz ediyorum: Avlu, aklıselimi; hastane ise en kötü biçimi ile çılgınlığı temsil ediyor. Konuğuma ayrıca Hükümet Konağı’nı ve Millî Kütüphane’yi görmesini de tavsiye ettim. Tepelerdeki barbarlar dışında herkesin hayranlığını kazanan muhteşem binalardı bunlar. Eğer mümkünse valilikten bu iki binayı çılgınlığın anıtları olarak öylece bırakmalarını isteyeceğim. 

Çünkü eğer onarırsak, insanlar böyle bir şeyin olabildiğine inanmayacaklardır. Eğer bu mümkün değilse, hiç değilse insanların Hastane’ye ve Milli Kütüphane’ye neler olduğunu bilmeleri için onların birer kopyasını inşa edelim. Sözünü ettiğim çelişkiler bunlar. Bir tarafta kültür ve insanlığın cisimleşmiş hali, diğer tarafta utanç ve barbarlığın kanıtları.

…Bosna ahlakî bir meseledir ve ahlakî meseleler her erkeği ve kadını ilgilendiren evrensel meselelerdir. Batı dünyası ve İslam dünyası ise başka bir meseledir. İslam dünyasında Fas’tan Endonezya’ya kadar geniş bir coğrafya olmanın yanında; yığınla ırk, halk ve bilhassa etki söz konusudur. Bu, dünyanın bu bölümünün neden daima kesin bir ayrılıkla imlendiğini açıklar. 

Bu durum yakın zamana, Bosna’ya kadar böyleydi. Bosna, Müslümanları bir araya getirdi. İslam dünyası hiçbir zaman, hatta Filistin sorununda bile Bosna meselesinde olduğu kadar birlik içerisinde davranmamıştı. Bosna meselesi ile ilgili Fas’ta, Mısır’da, Suudi Arabistan’da, İran’da, Pakistan’da, Malezya’da, Endonezya’da karşılaşacağınız şey, aynı saygı, aynı yardım için hazır olma durumu ve aynı birlik ruhudur. Bosna’ya duyulan sempati ve hassasiyet her yerde aynıdır. Tüm dünya tek bir mesele üzerinde, Bosna üzerinde birleşti. Bir uyanış, dayanışma ve kesin bir birleşme süreci başladı.

Böylesi bir duygunun varlığını ortaya koyan şey, her şeyden önce düşmana gösterdiğimiz inatçı direniş oldu. Evet gördüğünüz gibi, bugün aramızda –umarım buradadırlar- Stari Vitez’den gelen insanlar var. Gelmeyi başarıp başaramadıklarını bilmiyorum. Profesör Kaimoviç buraya ulaşmayı başarabildi mi? Bin üç yüz erkek, kadın ve çocuk on buçuk aydır Stari Vitez’de direnişteler. 

Teslim olmadılar, pes etmediler ve direnişe devam ettiler. Bu, pek çok benzer durumdan sadece biri. Diğer biri çok daha iyi bilinen Gorazde, ardından Maglaj ve şimdi de Bihaç, Brçko ve Olovo... Bu meşhur cephelerden bazılarını unutmuş olmaktan endişe ediyorum. Evet, bir süre önce kendilerinden bahsetmeyi bıraktığımız Gornji Vakuf ve Zepa da var. Ve nihayet, Saraybosna. Ancak Saraybosna birinci değil. Çünkü çok daha zor durumlar oldu.

Evet, bizler direndik ve her objektif araştırmacı bu direnişin temelinin dört yıl önceki bir olayla atıldığını söyleyecektir. Bu olay, Müslüman halkı bir araya gelmeye ve birleşmeye davet eden ve gelecek olaylara hazır bulunan 40 kişinin ortaya koyduğu bildiriydi. Bu toplantımız, bu yönüyle de bir çeşit yıldönümü.

Kendimize sık sık soruyoruz. Tüm bu olanlardan sonra Bosna ne durumdadır? Bugün Bosna nedir? Bosna’nın bugün ne olmadığını kesinlikle söyleyebilirim. O, dünkü ya da çok uzun zaman önceki Bosna değil. İyi ya da kötü olduğuna bakmaksızın, Bosna bugün başka bir şey, ülkemiz değişti artık. 200.000 insan öldürüldü, en abartısız tahminlere göre 600.000 insan yurdundan sürüldü, 800 cami yıkıldı, yüzlerce kasaba ve köy yerle bir edildi. Tüm bunların sonucunda, insanların hissiyatı değişti. 

Bosna daha iyi ya da daha kötü olabilir, ancak kesinlikle farklı olacak. Doğal olarak bizler daha iyi olmasını istiyor ve buna inanıyoruz. Şu anda Bosna’nın mevcut sınırlarını korumak için mücadele veriyoruz. Bu bizim hakkımız ve bunun için çalışmaya devam edeceğiz. Ancak tüm hesaplamalarımız ve tahlillerimizde bu muazzam değişmenin yer alacağını aklımızda tutmamız gerekmektedir. Ciddi insanların yapacağı gibi bunu hesaba katmak zorundayız.

Şu ana kadar söylediklerim; yani ölümler, sürgünler ve Bosna’nın küçük olmayan bir parçasının sınırlarımız dışında kalması, elbette sorunun olumsuz yönüydü. Ancak her şeye rağmen Bosna sessizce düşmedi. “Sessizce” kelimesinin nereden geldiğini ve Bosna’nın sessiz düşüşü hikâyesini biliyor musunuz? 

Bu, 1939 olayları ile bağlantılı. O zaman Bosna, gerçekten sessizce düşmüştü. Sırplar ve Hırvatlar, Bosna’yı ikiye ayırmaya karar verdiklerinde hiçbir direnişle karşılaşmamışlar. Herhangi bir direniş olup olmadığını öğrenmeye çalıştım. Aslına bakılırsa, hiçbir direniş olmamış. Hatta hiçbir ciddi protesto bile olamamış. Bosna’nın bu utanç verici bölünüşü ile ilgili olarak basında birkaç eleştiri çıkmış yalnızca.

Evet, işlerin nasıl değiştiğini görüyorsunuz. Bosna’yı tekrar parçalamayı denediler. Ancak bu kez, Bosna sessizce düşmedi. Direniş çığlığımız, gezegenin her tarafından duyuldu ve tüm gökyüzünü inletti. Neredeyse gerçek manasıyla. Bosna’yı dize getirebilmek için en az beş milyon bomba atıldı. Fakat Bosna cefayı çekti, tahammül etti ve acıya katlandı. Allah’a şükür!

Eski Yugoslavya Ordusu, kırk yıl boyunca paranoyak bir tutkuyla silah depoladı. Her yıl çok büyük miktarlarda para harcadılar. Son iki yıl içinde topladıkları her bir demir parçası, bu talihsiz ülkenin tepesine indi.


Olumsuzluklarımızla birlikte benim için asıl önemli olan şunu söyleyebilmek: Bizler insan olmaya ve insan kalmaya çalıştık ve başarılı olduk. Ancak bunu onlardan dolayı yapmadığımızın altını çizmeliyim. Kendimizden dolayı insan kalmaya çalıştık, onlardan dolayı değil. Onlara hiçbir şey borçlu değiliz. İnsan olmak ve insan kalmak, Allah’a ve kendimize karşı sorumluluğumuzdur. 

 Onlara karşı değil. Böylesine bütünüyle ahlakî olan bir kavramı, yani insan olmak ve insan kalmak kavramını politik dile çevirdiğimizde bu ne anlama gelir? Politik dilde bu, hukuka uygun bir devlet kurmaya çalışacağız demektir. Bu aynı zamanda uygulamada şu anlama gelir: Bu devlette, hiç kimse dininden, ulusal ya da politik inancından dolayı zulme uğramayacak. Bu bizim en temel yasamız. İmtihanda bu nedenle başarılı olduk. 

Yasal otoritenin ve Bosna–Hersek ordusunun kontrolünde olan yerlerde hâlâ katedrallerden ve kiliselerden yükselen çan seslerini duyabilirsiniz. Orada hâlâ Hırvatlar ve Sırplar var. Diğer tarafta ise yalnızca onlar var. Bütün olumsuzluklarımız ve mücadelemizle birlikte, böylesi bir tavrı, savaş zamanında muhafaza edebilmişsek, barışta benzer hatta çok daha iyi bir tavrı ortaya koyacağımıza eminim.

Tabiatıyla bizler böyle yaparak kendimize kastetmiyoruz. Söylemek istediğim şu: Müslüman halka yönelik yeni bir soykırım olmaması için Bosna-Hersek bir şekilde örgütlenmelidir ve partimiz de bunun garantörü olmalıdır. Bu, ülkemizin en yüce yasası olacaktır. 

Bu yüzden silahsızlanma ve ordunun ilga edilmesi söz konusu olmayacak. Bir orduya ihtiyacımız var ve bu ordu, küçük fakat güçlü olmak zorunda. Halkın silahsızlandırılması da gündeme gelmeyecek. Bunu talep edeceğiz ve vatandaşlarımızın silah edinmelerine izin verecek yasaları geçireceğiz. Yalnızca suçlular, sabıka kaydı olanlar, yani bu silahları kötüye kullanabilecek olanlar böylesi bir haktan mahrum edilmelidir.

…Bildiğiniz gibi, son birkaç ayda pek çok görüşme oldu ve sonunda bir şeyler imzaladık. Kendimize şimdi ne yapacağımızı soruyoruz. Şimdi ne istiyoruz? Bu konuda pek çok şey söylenebilir. Ancak taleplerimizi şu üç sözcüğe sığdırmak mümkün: Topraklarımızı geri almak. Bu bizim talebimiz. Bu üç kelime temelde neyi istediğimizi açıklıyor. 

Topraklarımızı geri almadan bir barış söz konusu olamaz. Onlar yayılsınlar diye topraklarımızı onlara bırakacak değiliz. Soykırım işledikleri, insanları öldürdükleri kasabalarımızı ve köylerimizi terk edecek değiliz. Bu anlamda, uluslararası toplumla bazı uyuşmazlıklarımızın olduğunu bilmelisiniz. 

Her şeye rağmen, pek çok nedenden dolayı talebimizden vazgeçemeyiz. Her şeyden önce insanlarımızın geri dönecek bir yerleri olmak zorunda. Almanya’da ya da Hırvatistan’da yaşayan halkımız, Zvornik ya da Visegrad yakınlarındaki köylerine dönebilmeli. Bu konuda hiçbir uzlaşma olamaz. 

 Bu fiilî ve gündelik bir politik nedendir. Bir başka neden daha var: Ahlakî neden. Onlara bu toprakları bir ödül olarak verip şöyle diyebilir miyiz? “Bizleri öldürdüğünüz ve yurtlarımızdan sürdüğünüz için, ödül olarak bu topraklar sizin olsun.” Hayır! Bu yüzden topraklarımızı geri vermelerini sağlayacağız ve ondan sonra her konuda konuşabilir hale geleceğiz. Onlarla yapacağımız herhangi bir görüşmede masaya yatırılacak ilk konu, onların topraklarımızı geri vermeye hazır olup olmadıkları olacak. Elbette “Sırplar, iyi bir gerekçe ile bir kez daha dünya kamuoyunu aldatmakta başarılı olacaklar mı?” diye kendi kendime soruyorum. 

Zaten dünya kamuoyunu pek çok kez aldattılar. Tekrar başarılı olacaklar mı? Talebimizi bu nedenle tamamıyla basitleştiriyoruz. Bizim kendimize ve dünyaya mesaj olarak verdiğimiz şey de kısa, açık ve hiçbir yoruma müsaade etmiyor…

“Sırplar dünyayı tekrar aldatmayı başaracaklar mı?” diye sormuştum. Ancak gerçek soru şudur: Onlar mı dünyayı aldatmayı becerdiler, yoksa dünya mı aldatılmak istedi? Dünya olanları anlamamış, bunun bir tecavüz olduğunu görmemiş gibi mi davrandı? Sırplar onlara bunun bir tecavüz değil, iç savaş olduğunu söylüyor. 

Bir tecavüzcü ya da bir saldırganla karşı karşıya olmaktansa “savaşan taraflar” yalanını kabul etmenin dünya için daha kolay olduğu anlaşılıyor. Niçin? Çünkü eğer bu bir soykırım ya da tecavüzse, yardım etmek onların görevi. Hatta soykırıma karşı durulması yolunda, ülkeleri bağlayan bir anlaşma bile var. 

Olayları görmemek onlar için daha kolay. Uzun zaman önce işaret ettiğimiz toplama kamplarını kabul etmeleri çok zaman aldı. Hatta Temmuz 1992’de Başkan Miterand’a Bosanski Krajina’daki toplama kampları ile ilgili bilgiler sundum. Binlerce insan hiçbir iz bırakmaksızın ortadan kaybolurken, dünyanın bir bölümü, bunu bilmiyormuş gibi davranmayı tercih etti. Onlara da bu yakışırdı, bazen aldatılmayı istediklerini düşünüyorum.

Yine de zaman geçiyor. Allah nasip ederse yakında Tuzla’daki havaalanını açacağız. Zor olsa da havaalanı tamamlanmış olacak ve Sırplar kontrol etmek için oraya gelmeyecekler. Bunu açıklığa kavuşturduk. Türk askerleri UNPROFOR ile birlikte yardıma gelecek. Buna da uzun süre karşı koydular. Türkler buradan ayrılalı yüz yıldan fazla oluyor. Fakat şimdi Türk askerleri geliyor. Güzelce hizmet edeceklerine eminim. Çünkü onlar iyi askerler ve Birleşmiş Milletler askerleri gibi iyi hizmet edecekler.

Bu arada, Sırplara uygulanan ambargo, Bosna’ya barış gelmeksizin ve tüm Sırbistan’da insan hakları güvence altına alınmaksızın kaldırılmayacak. Geç de olsa buna meyilliler ve kamuoyu, yavaş yavaş buna alışıyor. Ambargonun kaldırılması ile ilgili bazı sloganlar atıldı ortaya. Altı aydan beri herkes bunu konuşuyor. Ancak şunu da tekrarlamalıyız: Bosna-Hersek’e barış ulaşmadan ve Sancak’taki kardeşlerimiz haklarına kavuşmadan ambargonun askıya alınması söz konusu olmayacak.

Ve Allah nasip ederse barışa çok yakınız. Hazır olun ve bu barış için çok iyi hazırlıklar yapın. Peygamberimiz oldukça çetin bir savaştan dönerken, küçük savaştan büyük savaşa gittiğini söylemiştir. Gerçekten de, barış yapıldığında bizi bekleyen şeyler kolay olmayacak. 

Yalnızca savaşın olduğu günleri sık sık düşüneceğimizden korkuyorum. Bir insan hastalandığında tek dileğinin iyileşmek olduğu söylenir ve iyileştiğinde ise yüzlerce şey ister ve kimi zaman yatakta olduğundan daha mutsuz olur. Aynı durum bizim gibi savaş ortamında yaşayan insanlar için de söz konusudur. Sanki şu bombalar düşmeyi bırakır ve barış gelirse her şey daha kolay olacak, hatta önümüzde bir çıkış belirecek gibidir. Çoğunuz genç insanlarsınız. 

Devasa problemler var önümüzde. Endüstri çöktü, işsizlik, kıtlık... Şu anda bizi dünya besliyor. Az veya çok herkes aynı şeyi alıyor. Ancak çok büyük bir eşitsizlik kapıda. Zengin insanlar ve -şu çok yaygın tabiri kullanmama izin verirseniz- sıradan işsiz insanları sömürecek olan savaş vurguncuları sahneye çıkacak. Ve barış zamanında hepiniz bu insanlarla karşılaşmak zorunda kalacaksınız, hazır olun. Hiçbir hayale kapılmayın ve kendinizi her şeyin kolaylaşacağına inandırmayın. İşler çok zorlaşacak. 

Savaştan yüz binlerce yaralı ve sakat insanla çıkacak bir ülke olacağız. Bunların büyük bir kısmı da herhangi bir işi yapabilecek kapasitede olmayacak. Bizim yardımımıza ihtiyaçları olacak. Çok sayıda reissiz aile ve pek çok yetimimiz olacak. Allah yardımcımız olsun!

…Son olarak savaş suçları ile ilgili bir şey söylemek istiyorum. Bilinçli olarak konuşmamın sonuna sakladım bu sözleri. Bu savaş, önce bazı akademisyenlerin kafasında başladı. Tüm savaşlar kirlidir. Ancak söz konusu akademisyenler, bu savaşın tarihteki en kirli savaşlardan biri olmasına özen gösterdiler. 

Ültimatom zamanında bu insanlardan biri buradaydı. Tepelerde onlarla birlikteydi ve şöyle dedi: ‘Vicdanımız rahat.’ Vicdanları rahatmış! Bunu 1300 çocuğun onların kurşunları ve bombalarıyla öldürüldüğü, Saraybosna’nın tepesinden bakarak söyledi.


Aynı gün içinde, başıma çok ilginç bir şey geldi. O gün, Kur’an’dan daima etkilendiğim bir sure okuyordum. Bu bölüm Kur’an’ın sonlarında yer alıyor ve şu sözcüklerle başlıyor: “Güneş karardığında ve yıldızlar döküldüğünde...” ve bu tehditkâr tonun devamında, şu sözcükler yer alıyor: “ve suçsuz yere öldürülen kız, hangi suçundan dolayı öldürüldüğünü sorduğunda...” Akabinde televizyonu açtığımda, Markale katliamından iki gün önce gerçekleşen bir katliamın görüntülerini gördüm. 

Bildiğiniz gibi, Şubat’ın dördünde altı çocuk öldürüldü. Ve ardından kamera, öldürülen bir kız çocuğunun yüzünü ekrana yansıttı. İşte öldürülen bu kız çocuğu ve “vicdanları rahat” akademisyenler Kur’an’da yer alıyorlardı. Hem bize, hem onlara şunu söylemek isterim: Bu günahın karanlık gölgesi, zaman ve mekânda Kıyamet gününe dek yayılacak. Dilersem bana yaptıklarından dolayı onları affedebilirim. Ancak kadınlarımıza ve çocuklarımıza yaptıklarını asla affetmeyeceğiz. Vicdanlarının rahat olduğunu söyleyenlere benim mesajım budur.”

25 Mart 1994

Adolf Hitler

Adolf HİTLER
“Asla bir korkak olmadım!”

1918’de Çekoslovakya Cumhuriyeti ilan edildiğinde, ülke sınırları içerisinde, küçümsenemeyecek sayıda, Almanca konuşan bir topluluk vardı. Bu topluluğunun yaşadığı bölge Südetler (Sudetenland) olarak biliniyordu. Almanca konuşan Südetler’deki azınlık, Adolf Hitler’in, ‘Ein Volk - Ein Reich - Ein Führer’ (Tek Millet-Tek Devlet-Tek Lider) şeklindeki rüyasını gerçekleştirmek için mükemmel bir bahane oldu.

Hitler 1938 Eylül’ünde tüm dikkatini, 3 milyon kadar Almanın yaşadığı bu bölgeye çevirmişti. Özetle, Südetler bölgesinin Almanya’ya devredilmesi gerektiğini, bu gerçekleşirse, Avrupa’da başka bir toprak talebi olmayacağını söylüyordu. Südetler bölgesindeki Sudeten Deutsche Partei’yi (Südet Alman Partisi) ve gizlice kurdurduğu ekipleri manipüle ederek bölgeyi karıştırdı. Südet Almanları, Hitler’in iddialı ve kucaklayıcı söylemlerinden etkilenerek protesto gösterilerine giriştiler. Çek polisi olaylara müdahale etmek zorunda kaldı. Hitler bu gelişmelerden istifade etmekte gecikmedi ve müdahale esnasında 300 Almanın öldürüldüğünü iddia etti. İddiasının aslı astarı yoktu ama Hitler, müdahale için bahane arıyordu.

22 Eylül 1938’de İngiltere Başbakanı Neville Chamberlain, Hitler ile görüşmek üzere Münih’e gitti. Bu görüşmede Hitler, Chamberlain’a bir ültimatom vererek, Südetler’in Almanya’ya devredilmesini istedi. Fakat Chamberlain, Çekoslovakya’nın kurucularından Dr. Beneş’i bu çözüme ikna edemedi. Bu kez Almanya doğrudan Çeklere bir ültimatom vererek, sorunun 28 Eylül gecesine kadar çözülmesini istedi ve birliklerini Alman-Çek sınırına yığmaya başladı.
Kaynak: Associated Press

Çek ordusu ise kendi ülkesini savunmaya hazırlanıyordu. Bu arada Fransız birlikleri de alarma geçti. Savaş kaçınılmaz görünüyordu. Bu durum Fransa, İngiltere ve Çekoslovakya arasında hızlı bir diplomatik trafiğe sebep oldu. Chamberlain, Hitler’den bir kez daha görüşmeye yanaşmasını istedi. İşgali 48 saat erteleyen Hitler, konuyu masaya yatırmak için İngiltere ve Fransa Başbakanları ile İtalyan diktatörü Mussolini’yi Münih’e çağırdı. Büyük güçler arasındaki sinir savaşının mezesi olan Çekoslovakya’dan ise hiç kimse davet edilmemişti!

29 Eylül 1938’de imzalanan Münih Antlaşması ile Hitler’in isteklerine boyun eğildi. Südetler, Almanya’nın olmuştu. Bir gün sonra ülkesine dönen Chamberlain, coşkulu bir kalabalık tarafından karşılandı. Varılan antlaşmayı ‘zamanımızın barışı’ olarak lanse eden Chamberlain’a göre, Avrupa, bir savaşın eşiğinden dönmüştü! Chamberlain’in 1930’larda Hitler’e karşı izlediği Yatıştırma Politikası (Appeasement Policy) çok eleştiri alsa da işin aslı şuydu: Ne İngiltere’nin ne de Fransa’nın, giderek kabına sığmayan ve Versailles Antlaşması’nın sınırlamalarından kurtulmak için bahane arayan Almanya’nın karşısına çıkacak durumu vardı!

Avrupa rahat bir nefes aldığını düşünüyordu. Zira Hitler, başka bir toprak meselesini gündeme getirmeyeceğine söz vermişti. Ama bir sürpriz yaptı ve Münih Antlaşması’nı ‘değersiz bir paçavra’ diye niteleyerek 1 Eylül 1939’da Polonya’yı işgal etti. Fransa ve İngiltere iki gün sonra Almanya’ya savaş ilan etti. İkinci Dünya Savaşı başlamış, Hitler dünyayı faka bastırmıştı!
Başlattığı savaşla 27 milyon asker ve 25 milyon sivilin ölümüne, tam 4 trilyon doların savaşlarda harcanmasına sebep olan bu çılgın diktatör, 26 Eylül 1938’de Berlin’deki Sportspalast’da yaptığı ateşli konuşmada gözünü kan bürüdüğünü net bir şekilde dile getiriyor ve Alman halkına topyekûn bir savaşa hazırlanmaları gerektiğini ima ediyordu. Dönemin politikacılarının bu cüretkâr konuşmayı yeteri kadar iyi analiz edememesi, tüm dünyaya oldukça pahalıya patlayacaktı!

Hitler işte o tarihî konuşmada, gelecek kanlı yılların haberini veriyordu.
“Şimdi çözülmesi gereken ve çözülecek olan son sorunla karşı karşıyayız. Bu Avrupa’dan yapacağım, asla vazgeçmeyeceğim ve de Tanrı’nın izniyle yerine getirilmesini temin edeceğim son toprak talebi olacak. Bu sorunun geçmişi şudur: 1918’de ‘halkların kendi kaderlerini tayin hakkı’ ikliminde Orta Avrupa, devlet adamı olarak isimlendirilen bazı aptallar tarafından parçalanarak yeniden şekillendirildi. 

Bu halkların kökenleri, ulusal beklentileri, ekonomik gereksinimleri göz önünde bulundurulmadan, Orta Avrupa parçalandı ve zorla yeni devletler türetildi. İşte Çekoslovakya da varlığını bu sürece borçlu.
Bu Çek devleti, hayatına tek bir yalanla başladı. Bu yalanın mucidi Beneş isimli bir adamdı. Bu Bay Beneş, Versailles Anlaşması esnasında ortaya çıkarak ilk etapta dinleyicilerini bir Çekoslovak ulusu olduğuna inandırdı. 


Kendi yurttaşlarına daha geniş topraklar kazandırmak ve kendini haklı çıkarmak için bu yalanı icat etmek zorunda kalmıştı. Sonuç olarak bu Bay Beneş sayesinde Çekler, Slovakya’yı işgal etti. Daha sonra bu ülke yeterli görülmediği için olsa gerek, self-determinasyon haklarını ihlal ederek ve kendi kaderlerini belirleme iradelerini göz ardı ederek, üç buçuk milyon Almanı da kendi topraklarına dahil ettiler. 

Daha sonra bu bile yeterli olmadığından olsa gerek, bir milyondan fazla Macarı, ardından Karpat Ruslarını ve son olarak da yüz binlerce Polonyalıyı topraklarına dahil etmek zorunda kaldılar. İşte hakları çiğnenmiş ulusların tartışılmaz iradelerine karşı gelinerek, self-determinasyon haklarının bariz bir şekilde çiğnenmesiyle oluşturulmuş bu devlet, daha sonradan Çekoslovakya olarak isimlendirilen devlettir.

Şimdi size burada seslenirken, doğal olarak tüm bu baskı altına alınmış halkların kaderlerine yönelik bir sempati de besliyorum. Slovaklara, Polonyalılara, Macarlara ve Ukraynalılara karşı sempati besliyorum. Bununla birlikte doğal olarak sadece Alman vatandaşlarım ve onların kaderi adına konuşuyorum.
Bay Beneş o zaman bir dolu yalanla bu ülkeyi kurduğunda, sağduyulu devlet adamları gibi, İsviçre modelinden hareketle onu kantonlara ayıracağına dair açık bir söz vermişti. Ama hepimiz bu kanton sistemi sorununu nasıl çözdüğünü biliyoruz: Bir terör rejimi başlatarak!
Almanlar haklarının ihlal edilmesini protesto etmeye başladıklarında, üzerlerine ateş açıldı ve o zamandan bu yana bir imha savaşı devam ediyor. 

Çekoslovakya’daki bu ‘barışçı’ kalkınma yılları boyunca, neredeyse 600 bin Alman, Çekoslovakya’yı terk etmek zorunda kaldı. Bunun çok basit bir sebebi vardı; aksi takdirde açlıktan öleceklerdi!
1918’den bu yana yaşanan tüm olaylar, bir şeyi net olarak gösteriyor: Bay Beneş, Alman unsurunu yavaşça ortadan kaldırmaya kararlı. 

Ve bir dereceye kadar başarılı da oldu. Sayısız insana eşsiz acılar tattırdı. Milyonlarca insanı korkutmayı ve tedirgin etmeyi başardı. Sürekli bir terör rejimiyle, milyonlarca insanı sindirmeyi başarırken, bu esnada bu devletin ‘uluslararası’ hedefleri de netleşti. Artık, gerekirse, bu ülkenin Almanya’ya karşı kullanılabileceği gerçeğini saklamaya da kalkışmadılar.

Fransız Havacılık Bakanı Pierre Cot, ‘Bu devlete ihtiyacımız var. Çünkü bu ülkenin bir üs olarak kullanılmasıyla, Alman ekonomisi, Alman sanayisi bombardımanla daha rahat tahrip edilebilir’ diyerek, gayet cesur bir şekilde bu arzuyu ifade etti. Şimdi Bolşevizm de bu ülkeyi bir ön cephe olarak kullanıyor. Bolşevizm ile temasımız olmadı; Bolşevizm, Orta Avrupa’ya girmek için bu ülkeyi kullanıyor.

Ve şimdi de konunun en ahlaksız kısmına gelelim. Bir azınlık tarafından yönetilen bu ülke, diğer ülkeleri de, bir gün kendi kardeşleri üzerine ateş açmalarını gerektirecek bir politika üzerinde işbirliği yapmaları için zorluyor. Bay Beneş, Almanlara, ‘Eğer Almanya’ya savaş açarsam, Almanlara ateş açmak göreviniz. Eğer bunu yapmak istemezseniz, ihanet etmiş olursunuz ve sizi vurdururum’ diyor. Aynı şeyi Macarlar ve Polonyalılardan da talep ediyor. Slovaklardan, Slovak halkının çıkarına olmayacak bir davayı savunmalarını istiyor. Slovak halkı sadece barış istiyor, macera değil. 

Yine de Bay Beneş, bu insanların ihanet etmesini bir şekilde sağlıyor. Ya kendi halklarına ihanet edecekler, kendi halklarına ateş etmeye hazırlanacaklar ya da Bay Beneş onlara ‘Vatana ihanetten suçlusunuz, bundan dolayı sizi idam ettireceğim’ diyecek. Sadece kokuşmuş, şeytanî ve suçlu bir rejim bunu talep ediyor diye, yabancı kökenlileri muhtemelen kendi halklarına ateş açmaya zorlamaktan daha utanç verici bir şey olabilir mi? 

Sizi temin ederim ki, Avusturya’yı işgal ettiğimizde, ilk emrim, hiçbir Çek’in Alman ordusunda askerlik yapmaya zorlanmaması, hatta buna izin verilmemesiydi. Onları kendi vicdanları ile mücadele etmek zorunda bırakmadım.
Yine de Bay Beneş’e muhalefet eden herkesin, ekonomik olarak ipi çekiliyor. Dünyadaki demokrasi havarileri salt yalan söyleyerek bunu gizleyemezler. Bay Beneş’in ülkesindeki koşullar, diğer ulus mensupları söz konusu olduğunda korkunç durumda. Sadece Almanlar adına konuşuyorum. 

Tüm Alman toplulukları içerisinde en yüksek ölüm oranı, en düşük doğum oranı ve en şok edici işsizlik oranı Südet Almanlarında. Bu daha ne kadar devam edecek? Yirmi yıldır Çekoslovakya’daki Almanlar ve Reich Cumhuriyeti’ndeki Alman halkı, sadece güçsüz oldukları ve demokrasi dünyasında bu işkencelere karşı kendilerini savunmakta aciz kaldıkları için bu duruma seyirci kalmak zorunda bırakıldılar…

Bay Chamberlain’a, uygun gördüğümüz tek çözümü münasip bir dille anlattım. Dünyadaki en doğal çözüm bu. Değişik ulus topluluklarının bu Bay Beneş ile birlikte olmayı arzulamadıklarını biliyorum. Bununla birlikte sadece Almanların sözcüsüyüm ve sadece Almanlar için konuşuyorum. Prag’daki bu çılgın, bu üç buçuk Almana kolaylıkla zulmedeceğini düşünebilirken, bir kenarda hareketsizce durup bu durumu daha fazla seyretme arzusunda olmadığımı açık bir şekilde dile getirdim. 

 Ayrıca Alman sabrının tükendiğini de şüpheye mahal bırakmayacak şekilde ortaya koydum. Art arda gelen provokasyonlar karşısında hoşgörülü ve sabırlı olmak Almanların karakteristik özelliği olmasına rağmen, sabrın tükendiği anın da geldiğini söyledim! Ve nihayet İngiltere ve Fransa, Çekoslovakya’dan tek olası talepte bulundular: Alman toprağını Reich hükümetine bırakmasını.

Bu esnada Bay Beneş’in yaptığı tartışmaların hepsinden de haberdarım. İngiltere ve Fransa’nın, bu ulusların kaderi nihaî aşamada değişmeyecekse artık olaylara Çekoslovakya adına daha fazla müdahale etmeyecekleri şeklindeki açıklamasıyla yüz yüze kalınca, Bay Beneş bir yol buldu. Bu topraklardan vazgeçilmesi gerektiğini kabul etti. Söylediği bu! 

Ama ne yaptı? Topraklardan vazgeçmedi, aksine Almanları bu topraklardan sürüyor! İşte oyunun son durağı da burası! Korkunç istatistikî rakamlar geliyor: 10 binle başlayan rakam 214 bine kadar tırmandı. Neredeyse bütün bir bölge nüfustan arındırılıyor…
Şimdi İngiliz hükümetine son Alman teklifiyle birlikte bir memorandum verdim. 


Bu memorandum, Bay Beneş’in yerine getirmediği vaatlerden başka bir şey içermiyor. Teklifin özü çok basit: Nüfusu Alman olan ve Almanya’ya katılmak isteyen bölge, Almanya’ya bırakılacak. Tabii ki Bay Beneş’in muhtemelen bir iki milyon Almanı sürmeyi başarmasından sonra değil, hemen şimdi, derhal!

Çekoslovakya’da, uzun zamandır bilinen demografik ve linguistik dağılımdan hareketle adil bir sınır seçtim. Her halükârda Bay Beneş’ten daha adilim. Sahip olduğumuz gücü istismar etmeye niyetim yok. Bundan dolayı başından bu yana nüfusun büyük bir bölümü Alman olduğu için bu toprağın Alman hâkimiyeti altında olması gerektiğini söyledim. 

Yine de sınırların nihaî aşamadaki durumunu, orada yaşayan Almanların oyuna bırakacağım! Bu yüzden bu bölgede bir plebisit yapılmasına karar verdim. Böylelikle hiç kimse bu hususta haksızlık yapıldığını söyleyemeyecek…

Bay Chamberlain’a gösterdiği gayretlerden dolayı minnettarım. Alman halkının barıştan başka bir şey istemediği konusunda onu ikna ettim. Bununla birlikte, sabrımızın sınırları zorlandığında geri adım atmayacağımızı da söyledim. 

Ona bir konuda daha garanti verdim ve bu garantiyi burada bir kez daha tekrarlıyorum: Bu sorun çözüldüğünde, Avrupa’da artık Almanya için başka bir toprak sorunu olmayacak! Ayrıca Bay Chamberlain’a, Çekoslovak sorunu çözülür çözülmez, diğer bir deyişle Çekler, baskı yoluyla değil barışçıl yöntemlerle diğer azınlıklarına yaklaştıklarında, Çek devleti ile daha fazla ilgilenmeyeceğim konusunda da teminat verdim. Teminatım elinde. 

Artık Çek istemiyoruz! Bu arada Alman halkına da, Südet Almanları sorunuyla ilgili olarak sabrımın taştığını söylemek isterim!
Bay Beneş’e, bize yapılacağı garantisini verdiği şeylerin hayata geçirilmesinden başka bir şey içermeyen bir teklif yaptım. Artık karar onun! Savaş ya da barış! Ya bu teklifi kabul eder ve sonuç olarak Almanlara bağımsızlıklarını verir ya da biz gelir kendimiz alırız! Dünya bilmelidir ki, dört buçuk yıllık savaş ve uzun politik kariyerim süresince, kimsenin beni itham edemeyeceği bir şey var. 

Asla bir korkak olmadım! Şimdi halkımın ilk askerî olarak en öne geçiyorum. Dünya bilsin ki, bu kez arkamda 1918’den çok farklı bir halk var! O zaman kerameti kendinden menkul bir âlim, demokratik söylemleriyle halkımızı zehirlemeyi başarmış olsa da, bugün arkamda duran halk, o halk değildir. İğne sokması gibi gelir bize bu tür şeyler. Artık canımızı acıtamazlar, bağışıklık kazandık!

Şu andan itibaren tüm Alman halkı arkamda birleşecektir. İrademin, iradeleri olduğunu hissedecekler. Bana harekete geçme yetkisini veren, halkımın geleceği ve kaderidir. Şimdi sizden, sevgili Alman halkımdan, arkamda saf tutmanızı istiyorum! Şimdi tek istediğimiz, her zorluktan ve tehlikeden daha kuvvetli olacak ortak bir irade oluşturmaktır. Eğer irademiz, bu zorluklar ve tehlikelerden daha kuvvetli olursa, gün gelir onları da yener.
Biz kararımızı verdik! Şimdi de Bay Beneş versin!”
26 Eylül 1938

Abraham Lincoln

Abraham LINCOLN
“Halkın, halk tarafından halk için yönetimi yeryüzünden silinmeyecek”

Amerika Birleşik Devletleri’nde 1861-1865 yıllarında Kuzey ve Güney eyaletleri arasında yaşanan iç savaşın en önemli safhalarından biri, 1-3 Temmuz 1863 tarihleri arasında Pennsylvania yakınlarındaki Gettysburg kasabası civarında meydana gelmişti. Küçük çapta başlayan çatışma, kısa sürede 160 bin Amerikalının katıldığı bir savaşa dönüştü. Çarpışma sona erdiğinde, geride 80 bin civarında ölü kalmıştı. 19 Kasım 1863’te çarpışma alanına giden Başkan Abraham Lincoln, savaş alanının ulusal mezarlık haline getirilmesi amacıyla bir konuşma yapacaktı.

Kendisinden önce konuşan Massachusetts temsilcisi tam iki saat boyunca kürsüden inmemişti. Alanı dolduran kalabalık Lincoln’den de benzer bir performans bekliyordu. Ama Başkan, belki de Amerikan tarihinin en kısa konuşmalarından birini yaptı. Lakin, topu topu iki dakika süren bu konuşmanın bitiminde sarf ettiği ‘Halkın, halk tarafından halk için yönetimi devam edecek’ cümlesi, halen dahi Amerikan demokrasisinin kristalize olmuş şekli olarak kabul edilir. Aşağıda okuyacağınız bu özlü konuşma, Washington’daki Lincoln Anıtı’nın üzerine de kazınmıştır.

“Babalarımız seksen yedi yıl önce bu topraklara geldiklerinde, tüm insanların eşit yaratıldığı inancına kendilerine adamış ve özgürlüğe inanan insanların oluşturduğu yeni bir ulus inşa etmişlerdi. Şimdi devasa bir iç savaşın içindeyiz ve bu ulusun ya da böylesine inanmış ve kendini adamış herhangi bir ulusun, uzun süre yaşayıp yaşayamayacağını test ediyoruz. Bu savaşın görkemli cephelerinden birinde bir araya geldik. Bu cephenin bir bölümünü, bu ulusun yaşayabilmesi için hayatlarını verenlere nihaî bir dinlenme mekânı olarak tahsis etmek için geldik. Bu, yapacağımız en uygun işlerden biri olacaktır. Ama daha geniş manada, bu toprakları tahsis etmek, takdis etmek ve kutsamak bizi aşar.

Burada çarpışan, hayatını kaybeden ve halen yaşayan cesur adamlar, bizim aciz gücümüzü aşacak derecede bu işi başardılar. Dünya, burada söylediklerimize çok az kulak kesilecek, fazla uzun süre hatırlamayacak; ama bu cesur adamların burada yaptıklarını asla unutmayacak. Bizim için önemli olan, çarpışarak bu davayı buraya kadar asil bir şekilde taşıyan insanların yarım bıraktığı işin bitirilmesine kendimizi adamamızdır. Burada önemli olan, kendini vakfetmenin en son noktasına gelmiş bu onurlu ölülerden görevi devralarak, önümüzde uzanan görkemli misyona kendimizi adamamızdır. Burada önemli olan, bu insanların boşu boşuna ölmediğini, bu ulusun Tanrı’nın gözetiminde yeniden özgürlüğe doğduğunu, halkın, halk tarafından halk için yönetiminin asla yeryüzünden kalkmayacağını göstermektir…”
19 Kasım 1863


Amerikan iç savaşı, köleliğin kaldırılmasını isteyen Kuzey eyaletleri ile devamını savunan Güney eyaletleri arasında patlak vermişti. Her ne kadar Kuzey’in tavrının arkasında asil bir çıkış noktası varmış gibi görünse de, konunun ekonomik bir boyutu da vardı. Kuzey eyaletleri, zenci kölelerin bağımsızlık sonrasında Kuzey’e gelip sanayi kuruluşlarında ucuz işgücü olarak çalışacaklarını hesaplıyordu. Bununla birlikte Kuzeyliler, Güneylilerle İngiltere arasındaki ticarî ilişkilerden de rahatsızlık duyuyordu. İngiltere, Güney eyaletlerine Afrika’dan köle temin ediyor, karşılığında pamuk alıyordu. Buna karşın Kuzeyliler, pamuğu hem kendi sanayileri için kullanmak istiyor, hem de bu hammaddenin ucuz fiyata dışarı satılmasına karşı çıkıyorlardı. Sonuçta köleliğin kaldırılmasını istemeyen 13 Güney eyaleti, Amerika Konfedere Devletleri adı altında ABD’den ayrılmaya karar verdi. 1861’de başlayan savaş, 1865’te Kuzeylilerin zaferiyle sona erdi ve o tarihten itibaren kölelik, en azından kâğıt üzerinde, resmen yasaklandı.

30 Aralık 2017 Cumartesi

Giyotin nasıl bulundu?

Kafa keserek mahkumların hayatına son veren “Giyotin” adlı ölüm makinesi bir doktorun insan sevgisi yüzünden icat edilmiştir.

Dr. Guillotin o yıllarda Fransız devriminin getirdiği eşitlik ilkesine uygun olarak mahkumların ölümününde eşitlik ilkesine uygun olarak yerine getirilmesini öngörüyordu.

Bu yüzden projesini çizdiği yüksekten düşen büyük bir bıçaktan ibaret makine onun ismi ile anılmaya başladı.

DEV YÜREKLİ MİNİK ADAM

Birinci Dünya Savaşı’nın ilk yılları... Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa, Doğu Cephesi’ni teftişe gittiğinde, kendisine sadece 110 cm boyu olan Ahlatlı bir genç “hediye” edilir. Ali Şamil’in işi artık İstanbul’daki sarayda Enver Paşa ile eşi Naciye Sultan’ı eğlendirmektir.

Birinci Dünya Savaşı’nda işler tersine gidince, Enver Paşa alelacele İstanbul’dan ayrılır. Birdenbire “efendisiz” kalan Ali Şamil, bu kez Padişah Vahdettin’in kızı Ulviye Sultan’ın sarayına alınır. Ali Şamil burada kırmızı sırmalı elbisesi ve heybetli, ipekli sarığı ile ortalıkta dolaşmakta sultanı eğlendirmeye çalışmaktadır. 

Ali Şamil, diğer saray soytarılarına benzememektedir. Hazırcevaplığı ve espritüelliğiyle kısa zamanda herkese kendisini sevdirmiştir. Ancak bütün şakacılığına rağmen Ali Şamil, kısa boyuna bakarak onunla alay etmeye kalkanları, birkaç dakika içinde ağızlarını açtıklarına pişman edecek bir yapıya da sahiptir.

Ulviye Sultan’ın eşi, Sadrazam Ahmet Tevfik Paşa’nın oğlu olan İsmail Hakkı Bey, Ali Şamil’i çok sevmektedir. Ulusal Kurtuluş Savaşımız başlayınca, İsmail Hakkı Bey eşi Ulviye Sultan’la bir geçimsizliği bahane ederek Anadolu’ya geçmek için gizlice hazırlık yapar. Bu işi herkesten sakladığı halde, Ali Şamil’den gizleyemez. Kendisi de savaşa katılmak isteyip de, İsmail Hakkı Bey kendisini yanında götürmek istemeyince Ali Şamil müthiş bir tehdit savurur: “Ya beni de götürürsün, ya da her şeyi sultana anlatırım!”

Kurtuluş Savaşı’na katılan, hatta Atatürk’le o dönemde tanışıp kadeh tokuşturan bu “dev yürekli minik adam” yaşamının daha sonraki yıllarını kışın Ankara, yazın ise İzmir’de geçirdi. İki kez evlenip boşandı. 1973 yılında 75 yaşında ve sağlıklı olduğunu bilinen Ali Şamil Güler’in sonraki yaşamı hakkında bilgi bulunamamıştır…

DEĞİŞMEYEN BELA: SANSÜR

Sultan II. Abdülhamit’in son dönemlerinde basını sansürlemekle görevli olan “Encümen-i Teftiş ve Muayene” kurulu bir ara işi öyle abartmıştı ki, sıradan bir aşk romanında geçen “bana bunu yapmaktan muradın nedir sevdiğim?” gibi cümlelerdeki “murat” kelimesi bile o sırada Çırağan Sarayı’nda mahpus olan 5. Murat’ı çağrıştırdığı gerekçesiyle sansürlenebiliyordu. 

Hatta “Yıldız Sarayı”nı çağrıştırıyorlar diye bir ara aritmetik kitaplarındaki ‘+’ ve ‘x’ işaretlerinin kaldırılması bile gündeme gelmişti.

BULUTLAR NASIL OLUŞUYOR?

Tepenizde gördüğünüz orta büyüklükte, yaklaşık 1 kilometre çapındaki bir bulutun hacmi 4 milyar metreküptür ve içinde 1-5 milyon kilogram su vardır. Peki, nasıl oluyor da bu kadar su başımıza kovadan dökülür gibi dökülmüyor, bu kadar tonlarca ağırlık havada durabiliyor? Gerçekten bulutlar gökyüzünün inanılmaz ve harika süsleridir.

Hiçbir bulut diğeri ile şekil ve hacim olarak aynı değildir. Çünkü oluşumlarına etki eden hava akımları, sıcaklık, basınç, havadaki toz miktarı v.b. gibi o kadar çok etken vardır ki, çok değişken olan atmosferde iki yerde bütün bu şartları eşit olarak sağlamak mümkün değildir.

Isınan yeryüzünden buharlaşan su, havadan hafif minik su buharları şeklinde doğruca gökyüzüne yükselir. Belirli bir yükseklikte basınç azaldığı, hava da soğuduğu için minik su damlacıkları haline geçerler ve bulutları oluştururlar. Başlangıçta bu damlalar o kadar küçüktür ki, çapları birkaç mikrometredir (İnsan saçı 100 mikrometredir.). Ortalama bir yağmur damlasının oluşabilmesi için bunlardan milyonlarcasının birleşmesi gerekir.

Bulutların bu kadar ağarlığa rağmen gökyüzünde asılı kalabilmelerinin sebebi bu damlacıkların çok küçük olmalarıdır. Her ne kadar bir kilometre çapındaki bir bulutta en azından 1000 ton su varsa da bu hacimdeki hava 1 milyon tondur, yani bin kez daha ağırdır. Bu nedenle de bulutlar içerlerindeki yağmur taneleri iyice oluşup, ağırlaşıp yere düşene kadar tepemizde gezinip dururlar. Aslında yağmur yağarken, yağmur damlası oluşma işlemi devam ettiğinden bulut içindeki suyu boşaltıp bir anda kaybolmaz.

Bulutun oluşumunda başlangıçta oluşan su damlacıkları o kadar küçüktür ki; üzerlerine gelen ışıkları doğrudan yansıtırlar ve bu tip bulutlar pamuk gibi beyaz görünürler. Su damlacıkları birleşip büyüdükçe, yani kalınlaştıkça ışığı daha az yansıtırlar, bu nedenle de yağmur bulutları daha koyu, gri hatta siyaha yakın renkte görünür. Gittikçe büyüyerek ağırlaşan bu damlalar bulutun altında toplandığından, bu tip bulutların tabanları üst taraflarına nazaran daha koyu renktedirler.

BOZUK PARALARIN KENARLARI NİÇİN TIRTILLIDIR?

Özellikle kâğıt para devrinden önce, alışverişte kullanılan paralar altın ve gümüş içeriyorlardı. Her devirde olduğu gibi, o devirde de bulunan bazı düzenbazlar, bu paraları kenarlarından kazıyarak, çok az miktarda da olsa, bu değerli madenleri biriktiriyor, parayı da tekrar kullanabiliyorlardı.

O devirlerde tüccarlar, parayı tartıyorlar ve ağırlığı eksikse kabul etmiyorlardı. Tabii, para da elinizde kalıyordu. Antik para kataloglarında dikkat ederseniz, paraların büyük bir kısmının tam yuvarlak olmadığını görürsünüz.

Bu sorunu çözmek ve halkı eksik paraya karşı korumak için bozuk paraların kenarları tırtıllı yapılmaya başlandı. Bu tırtıllar sayesinde paranın kenarının kazındığı hemen belli oluyordu ve kenarı kazınmış parayı kimse almıyordu.

Bu adet günümüze kadar devam etti. Artık içinde değerli bir maden bulunmamasına rağmen, bozuk paralarımızın kenarlarında ya tırtıl ya da bir yazı vardır.

Günümüzde madeni paralar 'bozukluk' veya 'ufaklık' adı altında sadece küsuratları ödemede kullanılıyor. Bozuk paralar da para olma niteliklerini kanundan almalarına rağmen, kullanılmalarında bazı sınırlamalar vardır.

Gerek kâğıt, gerekse madeni para olsun, her ikisiyle de yapılan ödemeleri kabul etmemek mümkün değildir. Buna 'Kanuni Tedavül Mecburiyeti' denilir ki, kâğıt paralarda bu mecburiyet sınırsızdır. Ödenen miktar ne kadar büyük olursa olsun, bunu karşı taraf kabul etmek mecburiyetindedir.

Madeni paraların ise mecburiyeti sınırlıdır. En çok üzerlerinde yazan değerin 50 katını tamamen bozuk para ile ödeyebilirsiniz. Örneğin 50 bin liralıklarla, 2,5 milyona kadar ödemelerinizi yapabilirsiniz ama daha fazlasını da bozuk para ile ödeme isteğinizi karşı taraf kabul etmeyebilir.

Kâğıt paraların Merkez Bankası tarafından basıldığı bilinir de, madeni paraları Maliye Bakanlığı'nın çıkardığı pek bilinmez. Madeni paraların toplam para stoku içindeki oranı da yaklaşık yüzde 1 civarındadır.

Hiç dikkat ettiniz mi? İnsan yüzleri kâğıt paralarda önden, madeni paralarda ise yandandır. Madeni paralarda yer çok küçük olduğundan, kabartma tekniği ile bir yüzün tam detayını vermek mümkün olamamaktadır. Yandan bir profil kişiyi daha iyi tanınır kılmaktadır.

BURADA HEPİMİZ HAYVANIZ!

Sultan II. Abdülhamit zamanında bir nüfus sayımı yapılması kararlaştırılır. Yabancı elçiler sultana hazır sayım yapılırken bir de mevaşî (besilik hayvan) sayımı yapılmasını tavsiye ederler. 

Sultan insanlar ile hayvanların aynı sistem içinde ve eş zamanlı olarak sayılmasının onur kırıcı olduğunu belirterek mevaşî sayımının daha önce yapılmasını uygun görür. 

Bunun için vilayet ve kazalara telgraflar gönderilir. Meğer bir kazanın kaymakamı o sırada izinde imiş. Vekâlet eden zat alaydan yetişme, kaymakamla hiç geçinemeyen cahil bir adammış. 

“Mevaşî” kelimesinin ne anlama geldiğini bilmediği gibi, araştırmaya dahi ihtiyaç durmamış. Onu “üstün gayret sahibi vatandaş” falan zannetmiş olsa gerek ki, telgraf metnini okuduktan sonra “Bunun ucunda yine ya bir nişan, ya bir taltif vardır! İhsan-ı şahaneyi bu sefer de ben kapayım.” diye hemen bir cevap telgrafı yazıp göndermiş:
“Ser-kurenâ-yı hazret-i padişahîye, maruzat-ı kemînelerimizdir: Burada kaymakamdan başka hepimiz mevaşiyiz!” (Padişah hazretlerine aciz arzımızdır: Burada kaymakamdan başka hepimiz hayvanız!)

BU DA İSTANBULLU DİYOJEN!

20. yüzyılın başlarında Moda taraflarında bir fıçı içinde yaşayan, bu nedenle de herkesin “Diyojen Ali Bey” dediği ayyaş bir balıkçı vardı. 

O zaman 45 yaşlarında olan bu adam gece gündüz sarhoş gezerdi, ama kimseye sataştığı veya kimsenin kalbini kırdığı görülmemişti. 

Bu nedenle mahalle halkı Diyojen Ali Bey’i çok severdi. Lodoslu bir fırtına gecesi dev dalgalar Diyojen’in sahildeki fıçısını kapıp da denize götürdüğünde birkaç balıkçı canlarını tehlikeye atarak denize açılmış ve fıçıyı sahile getirmeyi başarmışlardı. 

O anda gördüler ki fıçıda hâlâ uyumakta olan Diyojen ayağa fırlamış ve kendini kurtaran balıkçılara şöyle bağırıyordu: “Ne var? Biri denize mi düştü? Atlayalım, hemen kurtaralım!”

Berduş Kimdir ?

Günümüz Türkçesinde “başıboş, serseri kimse” anlamında kullanılan “berduş” sözcüğü aslında “evi sırtında” (varı yoğu ancak üzerindekiler olan kişi) anlamındaki “hâneberdûş” sözcüğünün kısaltmasıdır. 

Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi’nin “berduş” maddesinde “… berduş terkibinin zamanımızda mektepli gençler, hatta kalem erbabı tarafından dahi ‘hâneberdûş’ yerine kullanılması içinde bulunduğumuz dehşetli dil buhranının en büyük misallerinden biridir” denilerek şikayet edilmektedir…

ATLAS PASAJI, AT AHIRIYDI !

Bugün İstiklal Caddesi üzerinde bulunan meşhur Atlas Pasajı ilk yapıldığı zaman cins atların korunduğu bir at ahırı ve aynı zamanda da bu atlara çeşitli hünerler öğretilen bir cambazhaneydi

Bina Oskeperan Ermeni Katolik Vakfı’nın malıydı ve 1932 yılında geçirdiği esaslı bir tadilattan sonra Moulin Rouge adında bir gece kulübü olarak açılmış ve o tarihten bu yana çeşitli müzikhol ve sinemalara ev sahipliği yapmıştır.

* İstanbul Ansiklopedisi böyle yazmasına rağmen, biz yaptığımız araştırmada bu adda bir cemaat vakfına rastlamadık. Belki baskı hatası, belki de başka bir yanlışlık söz konusu olmalı…

AŞURE BAKLASININ BEREKETİ !

Eski İstanbul âdetlerinden birine göre, aşure yenirken ağza gelen ilk bakla yutulmayıp çıkarılır ve yıkanıp kurutulduktan sonra bereket getirsin diye para kesesinin içine konurdu. Bu baklaya da “aşure baklası” denirdi.

Bir başka aşure âdetine göre de, aşure pişirilen tencerenin içine iple bağlanmış birkaç tane ortası delikli para sarkıtılırdı. Aşure piştikten sonra bu paralar yıkanır ve bereket getirsin diye para kesesinin dibine yerleştirildi. Bu paralara da “aşure parası” denirdi.

ALBERT EINSTEIN’DAN ATATÜRK’E MEKTUP

II. Dünya Savaşı’na yaklaşılan yıllarda Almanya özellikle Yahudi kökenli bilim insanları ve sanatçılar için yaşanılmaz bir yer haline gelmişti. Einstein o dönem Atatürk’e kırk bilim insanının adını önermiş ve Atatürk çok başarılı bu bilim insanlarını Türkiye’ye davet etmiştir. 

Bu bilim insanları İstanbul Üniversitesi ve Ankara DTCF’de görev alarak, ülkemizde modern bilimin ve üniversitenin başlamasına diğer Türk bilim adamları ile birlikte öncülük etmişlerdir. 

Aşağıda Einstein’in Atatürk’e bu konu ile ilgili olarak yazdığı mektup vardır. Bu mektup bugün, Başbakanlığa bağlı Cumhuriyet Arşivi’nde bulunmaktadır. 

Dönemin Başbakanı İsmet İnönü ve Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip Bey’in imzalarıyla...

Ekselansları Atatürk,

OSE Dünya Birliği’nin şeref başkanı olarak, Almanya’dan kırk profesörle doktorun bilimsel ve tıbbi çalışmalarına Türkiye’de devam etmelerine müsaade vermeniz için başvuruda bulunmayı ekselanslarından rica ediyorum. Sözü edilen kişiler, Almanya’da halen yürürlükte olan yasalar nedeni ile mesleklerini icra edememektedirler. Çoğu geniş tecrübe, bilgi ve ilmi liyakat sahibi bulunan bu kişiler yeni bir ülkede yaşadıkları takdirde son derece faydalı olacaklarını ispat edebilirler.


Ekselanslarından ülkenizde yerleşmeleri ve çalışmalarına devam etmeleri için izin vermeniz konusunda başvuruda bulunduğumuz tecrübe sahibi uzman ve seçkin akademisyen olan bu kırk kişi birliğimize yapılan çok sayıda müracaat arasından seçilmişlerdir. Bu ilim adamları hükümetinizin talimatları doğrultusunda kurumlarınızın herhangi birinde bir yıl boyunca hiçbir karşılık beklemeden çalışmayı arzu etmektedirler.

Ekselanslarının sadık hizmetkârı olmaktan şeref duyan,

Prof. Albert Einstein

300 YAŞINDA BİR ÖRÜMCEK

Reşat Ekrem bize İstanbul Ansiklopedisi’nden bir bilgi daha aktarıyor, ama efsane niteliği çok net bir bilgidir bu:
“II. Abdülhamit zamanında Galata’da “Levirentos” ismindeki 17. yüzyıldan kalma bir tektekçi meyhanesinin mahzenindeki boş bir şarap fıçısının içinde gayet büyük ve süt gibi beyaz bir örümcek bulunmuş ve o zamanlar bu hayvanın 300 yaşında olduğu tahmin edilmişti…”


Örümceklerin ömrünün genelde bir yılı geçmediği, bazı tarantula türlerinin ise en fazla yirmi yıl yaşadığı göz önüne alınırsa, bu rakamın mantık dışı olduğu ortaya çıkacaktır…

BOYKOTÇU FINDIK ALİ

1940’lı yıllarda Anadoluhisarı’nda yaşayan Fındık Ali adında bir adam vardı. Bu adam sandalının içine küçük bir ocak koymuştu ve orada patlattığı mısırları Hisar’dan Çubuklu’ya kadar uzanan bölgede dolaşa dolaşa satardı. 

Asıl mesleği balıkçılık olan bu adam bir ara her nedense kunduracı esnafına çok kızmış ve kendince bir boykot uygulayarak yıllarca ayakkabı giymemişti. 

Havalar idare ettiği sürede yalınayak gezer, hava çok bozduğunda ise ayağına geçirdiği nalınları takırdata takırdata dolaşır durumunu soranlara da “Kunduracıları boykot ediyorum” derdi şişine şişine…

BİR ZAMANIN BOĞAZİÇİ VAPUR SEFERLERİ

Boğaziçi’nde yolcu taşımacılığı yüzyıllar boyunca bir, iki, üç veya beş çifte kayıklar ve Pazar kayıkları ile yapılmıştır. Hem yük, hem de yolcu götüren Pazar kayıkları da Boğaziçi köylerinin cami ve mescitlerine vakıf olarak hayır sahipleri tarafında yaptırılır, kürekçi ücretleri ödendikten sonra, geliri ile bu ibadethanelerin ufak tefek tamirleri yaptırılırdı. 

Kırım Savaşı’ndan sonra iki İngiliz girişimci Boğaziçi’nde buharlı vapur işlettiler… 

 Fakat bu pek kısa sürdü, hükümet işlerine engel oldu ve İstanbul ile Boğaziçi köyleri arasına iki tersane vapuru tahsis etti. Bunlardan biri Rumeli kıyısına, diğeri Anadolu kıyısına olmak üzere günde ancak iki sefer yapılıyordu. 

Geceleri Boğaz’da demirliyorlar, sabahleyin köylerden yolcuları toplayıp İstanbul’da Sirkeci iskelesine geliyorlar, akşamları da Boğaz’a dönüyorlardı. Boğaz köylerinde vapur iskeleleri yoktu, halk vapurlara kayıkla gidiyor ve köy önünde duran vapurlardan, aynı şekilde kayıklara binip dönüyordu…

Tıpkı açıkta demirlemiş posta gemileri gibi… Son durak olan köy Rumeli yakasında İstinye, Anadolu yakasında Kanlıca idi. Vapurlar bu köylerden alacakaranlıkta, akşamları da Sirkeci iskelesinden ezana doğru, alaturka saat on bir sularında kalkıyordu. 
Asıl ilginç olan şu ki; bu vapurlarda bilet usulü yoktu. Babıâli’de Beylikçi Odası’nda bir abone defteri açılmıştı, herkes aylık üzerinden ücretini peşin yatırıyordu. Bu uygulamanın şimdiki aylık abonman kartına çok benzemesi rastlantı değildir. 

Tespit edilen ücret cetveli de şöyledir:
• İstanbul’dan Kandilli’ye ve Rumelihisarı’na gidecek bir efendi gidip gelme: ayda 250 kuruş.
• İstanbul’dan Kanlıca’ya ve İstinye’ye gidecek bir efendi gidip gelme ayda. 300 kuruş. Bir efendi bu ücretle yanında bir uşak götürebilir, bir uşak daha götürecek olursa ikinci uşak için 120 kuruş daha öder. Bir efendi yanında ikiden fazla uşak götürecek olursa, ikiden fazlası için toplu para ödemez, bu fazla uşaklar için köylere çıktığında orada bekleyecek memura adam başına 100’er para öder.
• Sair ahalinden, Beylikçi Odası’na para yatırmayıp da icabında vapurla gidip gelmek isteyen her seferinde karaya çıktığında görevli memura, Kandilli ile Rumelihisarı için 100’er para, Kanlıca ile İstinye için 3’er kuruş verir.

Şirket-i Hayriye’nin 1854’teki kuruluşu, Boğaziçi trafiğinde büyük bir yenilik olmuştur. Böyle bir şirketin kurulması gereğini ilk düşünenler de iki Türk veziri, Sadrazam Keçecizade Fuat Paşa ile Adliye Nazırı Müverrih Cevdet Paşa’dır… 

O zamanlar her ikisi de Babıâli efendisi bulunuyormuş. Bir yaz Bursa’ya gitmişler. Kaplıcada, bellerinde peştamal, havuz kenarına oturup sohbet ederlerken söz Boğaz sefalarına, oradan tersane vapurlarının düzensizliğine gelmiş. 

İki genç adam heyecana kapılmışlar. Hemen kaplıcanın soğukluğuna çıkıp hamamcılardan hokka kalem ve kâğıt istemişler ve Boğaziçi’nde vapur işletmek için kurulacak bir şirketin ilk nizamname müsvettesini kaplıca soğukluğunda, ayaklarında nalın, bellerinde peştamal, çıplak hamam kılığı ile yazmışlar…

29 Aralık 2017 Cuma

BİRA NASIL BULUNMUŞTUR?

Bira, eski ismiyle arpasuyu, insanlığın çok eskiden beri kullandığı hafif alkollü bir içecektir ve tarihi sekiz-on bin yıllık bir geçmişe uzanır. Biracılığın çıkış noktası Sümer, Babil ve Eski Mısır olarak kabul edilmektedir. Bira ile ekmeğin tarihi de birçok yönden kesişir. 

Mezopotamya uygarlıklarının kalıntılarında günümüzden altı-yedi binyıl öncesine ait bira ve ekmek yapımına ilişkin belgelere rastlanır.

Bu dönemlerde bira imalathaneleri ve ekmek fırınlarının yan yana bulunduğu tespit edilmiştir. Bira hammaddesi olarak “malt ekmeği” su ile ezilip bulamaç haline getirildikten sonra fermantasyona bırakılır. İlk biraların bozaya benzerliği dikkat çeker; bulanık ve köpüksüzdürler. Maltın elde edilmesinde esas olarak arpa kullanılmasına rağmen, eski biralar farklı tahıllardan da üretilirdi. Bugünkü anlamında ise bira Avrupa kökenlidir.

Antik Kültürlerde Bira

Mısırlılar’da arpadan yapılan bira ulusal bir içkidir. Eski Mısır’da biranın adı “heget”tir. Ekmekle birlikte günlük gıda olan bira, aynı zamanda para ve asgari ücret ölçüsüdür.

İki sürahi bira, bir günlük asgari ücrettir. Sekiz farklı bira çeşidini ifade eden kelimelere sahip olan Mısırlılar esmer, siyah, tatlı neter (kuvvetli) bira dahil, farklı çeşitler üretmişlerdir. Dini amaçlarla da yapılan bira, çeşitli tanrı ve tanrıçalara sunulur.

Babil’de Bira

M.Ö. 4300’e ait Babil belgelerinde de biradan söz edilir. Babilliler’in (Keldaniler) buğday, siyah ve beyaz arpa ile bal kullanarak 20 çeşit bira ürettikleri ve hatta Mısır’a ihraç ettikleri bilinir. Biracılık sanatında usta olan Babilliler birayı buğday, siyah ve beyaz arpa ile baldan yapmışlardır.

Evlerde üretilen bira, “bit sikari” (bira dükkânı) denen mekânlarda satılırdı. Ünlü “Hammurabi Yasaları”nda, birayla doğrudan ilgili maddeler vardır. M.Ö. 1780’den gelen bu kayıtlara göre; bira içen müşterisinden fazla ücret isteyen satıcı, suda boğdurularak cezalandırılmıştır. Yine aynı kayıtlarda, günlük ücretler -işçiye 2 litre, sivil görevliye 3 litre, yüksek yöneticiye 5 litre bira verilmesi gibi- bira ölçüsüyle belirlenir.

Sümerler’de Bira

Sümer kültüründe bira, ekmek kadar önemli bir besindi; ayrıca rahatlama ve sağlık amacıyla da kullanılırdı. M.Ö. 3000 yıllarında yazılan Gılgamış Destanı’nda biradan söz edilir. 

Sümerlerde bira anlamına gelen “sikaru”, tanrılara sunulan “sıvı ekmek”tir. Sümer mitolojisinde İçki Tanrıçası, hatta Bira Tanrıçası vardır; M.Ö. 1880’de Tanrıça’ya ithafen yazılmış şiirde, bira yapımının tüm aşamalarından söz edilir.

Hamuru yoğuran sizsiniz, büyük bir kürekle
Bulamacı hurmalı balla çukurda karıştıran
Filizlenen maltı sulayan sizsiniz
Pişmiş lapayı saz hasırlara yayan sizsiniz
Toplayıcı fıçıdan süzülen birayı döken sizsiniz.

Yine Sümerler’e ait tabletler arasında, bira alışverişine ait yedi belge mevcuttur.

18. yy’da su yerine bira içerlermiş

18. yüzyılda daha içme suyu yokken insanlar içindeki alkolden dolayı, sudan daha temiz olması sebebiyle su yerine bira içerlermiş. Özellikle içme suyuna hasret denizciler, gemide biradan başka bir şey içmezlermiş ama Britanya gemileri, Hindistan’a giderken Ekvator’u iki defa geçtikleri için içlerinde barındırdıkları biraları sıcaktan ve bakterilerden içilmeyecek hale gelirlermiş. 

Bu yüzden bira üreticileri buna bir çözüm aramaya başlamışlar ve çözümü bulan Bass Birahanesi olmuş. Bass Birahanesi, Pale Ale diye bilinen yüksek alkollü ve içinde bol miktarda malt olduğundan bakterileri öldüren bir bira üretmiş. Bu bir devrim olarak nitelendirilmiş. Hatta Napolyon bile Fransa’da bir Bass fabrikası açmayı planlamış.

BİR HAFTA NEDEN YEDİ GÜN?

Bir gün güneşin doğduğu zamandan, ertesi gün doğacağı zamana kadar geçen süredir. Bir ay ise ayın aynı evresinin gökyüzünde tekrar göründüğü zamana kadar geçen süredir. Çok eskilerde bu zaman birimleri insanların hayatlarını organize edebilmeleri için yeterliydi.

Zamanla bir günden uzun, bir aydan da kısa bir zaman birimine ihtiyaç duyuldu. Babilliler 7 günlük haftayı zaman birimi olarak kullanmaya başladılar. Sonraları Yunanlılar, Çinliler ve Mısırlılar 10 günlük, Romalılar ise 8 günlük haftayı kullanmaya çalıştılar.

Bir hafta olarak kabul edilen yedi günlük sürenin kaynağı tam olarak bilinmiyor. En kuvvetli tez, bu sürenin ayın evrelerinden kaynaklandığına dayanır. Ayın dört evresinin (yeni ay, ilk dördün, dolunay, son dördün) sürelerine en yakın olan tam gün sayısı yedidir.

Ancak bu doğal ve astronomik temelin yanı sıra, astrolojik bir inanışın da ta Babilliler zamanından itibaren, yedi günün bir hafta olarak seçilmesinde rol oynadığı ileri sürülüyor. İlk çağlarda bilinen beş gezegen ile güneş ve ayın toplam sayısının yedi oluşu, bu sayıya gizemli ve uğurlu bir sayı olarak bakılmasına neden olmuştur.

Daha sonraları dinlerde göklerin yedi kat oluşuna inanış, müzikteki ana nota ve tabiattaki ana renk sayılarının da yedi oluşu bu sayının gizemini iyice artırmıştır. Takvimde yedi günlük haftanın resmiyet kazanması ise milattan sonra 327 yılında Roma İmparatoru I. Constantinus'un çıkardığı bir emirle olmuştur.

Tevrat'ın yaradılış (tekvin) anlayışına göre, Tanrı evreni 6 günde yaratmış, yedinci günde de (cumartesi) dinlenmiştir. Hıristiyanlar haftayı Tevrat'taki şekliyle kabul ettiler, yalnız Hz. İsa'nın diriliş hatırasına yedinci günü değil de birinci günü, yani pazarı 'Tanrı Günü' olarak kabul ettiler.

İslam dininin doğuşundan sonra da yine yedi günlük hafta süresi benimsendi. Ancak Hz. Muhammed'in müminleri mescitte toplayıp, namaz kıldığı, hutbede devlet ve günlük işleriyle ilgili açıklamalar yaptığı altıncı gün (cuma) dinlenme günü olarak kabul edildi. Türkiye Cumhuriyeti'nde 27 Mayıs 1935 tarihinde yayımlanan bir kanunla tatil günü cumadan pazara alındı.

1792 yılında Fransa takvim yapısını değiştirerek, 10 günü bir hafta kabul etti ama yürütemedi. Rusya 1929'da 5 günlük hafta uygulamasına geçti, sonra bir haftayı 6 güne çıkardı ve sonunda pes ederek, 1940'da 7 günlük haftaya geri döndü.

AYLARIN GÜN SAYILARI NEDEN FARKLI (28, 29, 30, 31)

Bir gün neden 24 saat, bir saat neden 60 dakika, bir dakika neden 60 saniyedir?
Bir gün, dünyanın üzerindeki bir noktanın dünyanın kendi ekseni etrafında bir dönüşü ile eski konumuna ulaştığında geçen süredir. 

Bunu herkes bilir. Şimdi bildiğimiz bütün zaman birimlerini yazalım, buna göre;
Bir yıl 12 aydır.
■ Bir yıl 52 haftadır
■ Bir ay 28-31 gündür.
■ Bir ay 4-5 haftadır.
■ Bir hafta 7 gündür.
■ Bir gün 24 saattir.
■ Bir saat 60 dakikadır.
■ Bir dakika 60 saniyedir.
■ Bir saniye 100 salisedir.

Şekilden de anlaşılacağı üzere, sayılar yuvarlak ve 10′un katı olmadığı için, bir zaman birimini başka bir zaman birimine çevirmek biraz sorun oluyor. Örneğin bir gün kaç saniyedir diye düşündüğümüzde, bunun cevabını bulmak için birazcık hesap yapma ihtiyacı duyarız. 

Çünkü bir gün 24 saatten, bir saat ise 60 dakikadan, 1 dakika ise 60 saniyeden oluşmaktadır. Şimdi gelelim ana sorumuza: neden bir gün 24 saattir?

Bir günde niçin 24 saat olduğunu kimse bilmiyor. Bu rakamın güneş saatini ilk kullanan Mısırlılardan kaynaklandığı sanılıyor. Yere dikilen yüksek bir taşın gölgesi sabah batıya, akşam doğuya düşüyordu ve Mısırlılar bu arayı altıya bölmüşlerdi. Dolayısı ile bir gün 24 bölüm oluyordu.

12 sayısı 2, 3, 4 ve 6 ile bölünebildiğinden, o zamanlar en çok kullanılan sayı birimi idi ki, bugün bile düzine adı altında sayı birimi olarak kullanılmaktadır.
Mısırlılar ayrıca 30 günlük ay ve 360 günlük yıl takvimini uyguluyorlardı.

Bugün bir dairenin 360 dereceye bölünmesinin sebebinin de bu olduğu sanılıyor.
Yaklaşık 3 bin yıl önce, bugün Irak olarak bilinen yerde yaşayan, Babilliler ise 60 sayısını matematik sistemlerinde temel olarak almışlardı. 2, 3, 4, 6, 12, 15, 20 ve 30 ile bölünebilen ve 360′ı da bölen bu sayı dakika ve saniyenin birimi olarak alındı. O zamanlar için onluk sistem, yani on sadece 2 ve 5′e bölünebilen zavallı bir sayı idi.

Saniyenin bölümleri ise o devirlerde ölçülemiyordu, ölçülebilmeye başlandığında ise dünya ondalık sisteme geçmişti ve bu esas alındı.

Neden bazı aylar 30 gün, bazıları 31 gün, bazıları 28 gün çeker?

Romalılar milattan 758 yıl önce 10 aylık takvim uygulamasına başladılar. Bu ilk orijinal Roma takviminde aylar, gündüz ve gecenin eşit olduğu, binlerce yıldır hayatın başlangıç zamanı olarak kabul edilen Mart ayından başlamak üzere, Martius (Mart), Aprilis (Nisan), Maius (Mayıs), Junius (Haziran), Quintilis (Temmuz), Sextilis (Ağustos), September (Eylül), actober (Ekim), November (Kasım) ve December (Aralık) idi. .

Bu ay adlarından Quintilis’den (Temmuz), December’a (Aralık) kadar olanlar, 5, 6, 7,8,9 ve 10 rakamlarının Roma’lılarca telaffuz ediliş şekliydi yani, Mart başlangıçlı takvime göre bu aylar yılın 5′inci, 6′ncı, 7’nci, 8′inci, 9′uncu, ve 10 ‘uncu aylarıydılar. 

Bu 10 aylık takvim geride hesaba katılmamış daha 60 gün bırakıyordu. Yedek olarak bırakılan bu 60 gün sorun yaratınca, Janarius (Ocak) ve Februarius (Şubat) adlan ile iki ay daha eklenerek takvim tamamlandı. Yani yılın ilk ayı Martius (Mart), son ayı ise Februarius (Şubat) oldu.

Asırlar sonra milattan 46 yıl önce Roma imparatoru Julius Caesar (Sezar), muhtemelen politik sebeplerden takvimde bazı değişiklikler yaptı. On bir ayı 30 ve 31 gün olarak iki şekilde düzenledi, yılın son ayı olan Şubat’a 29 gün verdi, her dört senede bir Şubat’ a bir gün ilavesini kabul etti. 

Ancak sonra nedendir bilinmez Janairus’u (Ocak) yılın ilk ayı olarak ilan etti. Böyle olunca da, her 4 yılda bir eklenecek bir günün, yeni durumda yılın ikinci ayı konumuna gelmesine rağmen Februarius’a (Şubat) eklenilmesine devam edildi.

Julius Caesar’ın beklenmeyen ölümünden sonra, Romalılar bu çok sevdikleri imparatorlarının anısına Quintilis (Temmuz) ayının ismini July olarak değiştirdiler.
Ondan sora tahta çıkanlardan, Augustus kendi şerefine, Sextilis (Ağustos) ayının adını kendi ismi ile değiştirerek, bu aya August adını verdi. Ama ortaya başka bir sorun çıkmıştı. Sezar’ın ayı 31 gün, Augustus ‘un ayı ise 30 gün çekiyordu. 

Sorunu yine imparatorun kendisi çözdü ve zaten 29 gün olan Şubat’tan bir gün daha alarak Ağutos’a ekleyiverdi. Böylece iki ay da eşitlenmiş oldu.
İşte size takvimin, niçin 12 ay olduğunun, ayların isimlerinin nasıl konduğunun ve niçin farklı sayıda günlerden meydana geldiklerinin, dört sene sonra eklenecek artık günün niçin yılın sonuncu değil de, alakasız bir şekilde ikinci ayına eklendiğinin küçük bir hikayesi. .

Özellikle ortaçağda takvimler üzerinde o kadar oynanmıştır ki, yapılan bilimsel hesaplamalara göre, İsa’nın bugün kabul edilen Milattan, yani İsa’nın doğumundan yaklaşık 6 yıl önce doğduğu, 36 yıl yaşayıp Milattan Sonra 30 yılında öldüğü ileri sürülmektedir.